Mutsuzluk Sanatı, Neden Mutsuz Oluruz?

İnsanoğlunun gelişim sürecine baktığımızda eskiye nazaran çok daha fazla çalıştığımızı, daha fazla şeye sahip olduğumuzu ama buna rağmen daha güvensiz ve daha mutsuz olduğumuzu görmek hiç de zor olmasa gerek.

Her şey için dört bir yanımızda kurslar açılıyor, kitaplar yazılıyor, mutlu olmanın on yolu, huzuru yakalamanın sırları, insanları etkilemenin prensipleri, bilmem kaç zamanda bir milyon dolar kazanmanın yöntemi… Her şeyin öğrenilecek bir şey olduğunu ve bunu başarabileceğimizi söyleyen bir sürü insan.


Çekimin yasası; evrenden isteyin ve sahip olun sloganlı yüzlerce garip kitap. Herkes size nasıl mutlu, zengin ya da popüler olacağınızı öğretmeye çalışıyor.

Buda ‘’Acının kaynağı istemektir’’ der. İstedikçe ve sahip olamadıkça mutsuzluğa sürükleniriz. Bazı maddi şeylere sahip olmanın ya da bilgiye ulaşmanın peşinde koşarken biz, yaşamın bilgeliğini kaçırır olduk.

Mutluluğun kriteri yüksek maaşlar, marka kıyafetler, sosyal paylaşım sitelerindeki arkadaş sayılarımız oldu.

Herkes daha fazlasına sahip olmak için gece gündüz çalışıyor. Denize sıfır bir yazlık, daha yüksek model bir araba ve daha fazla beğenilmek için durmadan çabalıyor insanoğlu. Zengin ya da popüler olunca mutlu olacağımızı düşüyoruz.

10 tane eviniz olsa birinde oturabilirsiniz, 5 tane yazlığınız olsa birine gidebilirsiniz, 20 tane arabanız olsa birine binebilirisiniz.

Ünlü düşünür Montaigne’nin dediği gibi ‘’Dünyanın en büyük tahtına dahi otursanız, oturduğunuz şey en nihayetinde kendi kıçınızdır’’.

Tüm yaşam hayallerimiz bir ev, bir araba, yüksek bir maaş hedefleri arasında sıkışmış durumda. Bunlara ulaşmak için o kadar yoruluyoruz ki eve geldiğimizde koltuğa yığılıp birbirinin aynısı dizileri izlemekten ya da neredeyse hiç değişmeyen birkaç web sitesinde gezinmekten başka yaptığımız bir şey kalmıyor.

Mutluluğu dış dünyada ve insanlarda aramak yerine, kendi iç dünyamıza bakmayı denemiyoruz bir türlü.

Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız ve büyük olasılıkla hiçbir zaman bir araya gelmeyeceğimiz insanlarla sohbet edip mutlu olmaya çalışırken, yanı başımızda iş arkadaşımızla ya da komşumuzla samimi iki sohbet etmiyoruz.

Yakınlaştığımız şey ruhlar değil yalnızca bendenler.

Kısa sürede sevişmeyle sonlanan, bir daha görüşmenin gerekmediği yakınlaşmalar. Bir araya gelince bizi terk eden sevgilimizle başlayıp, canımızı sıkan patronumuzla biten birbirinin aynısı sohbetler.

Herkes yaralarını saklıyor, aslında olmadığımız bir ben sunup, sonra o yalancı benin sevilmesini bekliyoruz. Şu an anımsayamadığımız ünlü bir şarkıcının sözleri geziniyor aklımda ‘’Benim için en zor olan şey sabah uyandığımda kendimi yalnız hissetmem, üstelik yanımda biri uyurken!’’

Hayatın sanıldığı kadar zor ya da karmaşık olmadığını düşünüyorum.

Ünlü psikolog A. Maslow ‘’ihtiyaçlar hiyerarşisi’’nde sağlıklı insanın 4 temel ihtiyacı olduğunu söyler.

Birinci basamakta yeme-içme ve cinsellik, ikinci basamakta barınma ve güvende olma, üçüncü basamakta sevme-sevilme, ait olma ve dördüncü basamakta toplum tarafından onaylanma-beğenilme ihtiyacı. Bu dört ihtiyacı karşılayan kişinin sağlıklı bir insan olarak yaşamını sürdüreceğini savunmaktadır.

Bakıldığında herkes bunlara sahip olmak için çabalıyor gibi görünse de ölçüyü kaçırınca sorunlar baş gösteriyor. Aşırı yemek takıntısı obeziteye, ev sahibi olma takıntısı yaşamı erteleyip işkolik olmaya, sevilme ihtiyacının saptırılması, ilişki bağımlılığına ya da çorap değiştirir gibi sevgili değiştirmeye, sosyal beğeni isteğinin abartılması bizi olmadığımız gibi biri olmaya sürüklüyor.

Özetle mutlu bir yaşam için; bir ev, doymuş bir mide, temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için YETERLİ miktarda para, dostlara ve hobilere ayrılmış zamanların yeterli olduğuna inanıyorum.

Yaşam dediğimiz şey hepi topu 75 yıldan ibaret. (Tabi şanslıysanız!)

Ben 75 yılı 3’e bölüyorum; ilk 25 yılda zaten çocukluktu, ergenlikti, okuldu derken ne olduğunu anlayamıyorsunuz. Son 25 yılda doktor oluyorsunuz; kalp nerede, böbreklerde nerede, tansiyona ne iyi gelir, sağlıkla ilgili bir sürü şey öğreniyorsunuz. Geriye 25’le 50 yaş aralığında sağlıklı, bilinçli, bir zaman dilimi kalıyor. Onu da hırslarımızla, geçmişin hayal kırıklıklarıyla, geleceğin kaygılarıyla harcamamak gerek. Dediğim gibi hayat 3 parça ve en işe yarar parçasını nasıl yaşayacağınızı iyi düşünmek gerek… Hayatta 3’ün 1’ini alabiliyorsanız ne ala…

Boşa geçen bir ömrün; orta yaş bunalımları, başkalarını suçlamalar ve pişmanlıklarla geçmesini istemiyorsak belki de oturup hayatımızı yeniden gözden geçirmenin tam zamanıdır.

Yaşam ileri doğru yaşansa bile ancak geriye doğru anlaşılabilir. Bu güne kadar ne yaşadık ve bundan sonra ne yaşamak istiyoruz? Ve en önemlisi öldükten sonra mezar taşınıza yaşamınızı özetleyecek ne yazılacak!!! Bi düşünün derim.

Hayattan 3’ün 1’ini aldığınız bir yaşam sürmeniz dileğiyle.

 

Bu yazı Hürriyet Aile’de yayınlanmıştır